Archive | Dünya Kupası Rusya 2018

‘Ölmüş babamın hatrına imzala kontratı’

Bursaspor’un 2009 yılında gerçekleştiremediği ABD’li futbolcu Heath Pearce’ın transferi, ülke futbol tarihindeki en ilginç hikâyelerden biri. Pearce’ın yaşadığı iki günü tüm detaylarıyla onun ağzından dinledim. Başına gelenler inanılmayacak derecede şaşırtıcı.

Türkiye’de uzun süre birçok kulübün transfer sezonu sloganı “Bizde transfer bitmez”di. Fakat son güne kalan transferler de bazen son anda gerçekleşmez. Transferin gerçekleşmeme nedeni genelde kulüp kaynaklarından öğrenilir ve yazılır. Ancak pazarlığın diğer tarafındaki en savunmasız olan kişi, yani futbolcuya pek sorulmaz neler yaşandığı. Hele ki yabancıysa…

Dünya Kupası için henüz Moskova’daki ilk haftamın sonunda Amerika Birleşik Devletleri Milli Takımı eski futbolcusu ve şu anda COPA 90 US isimli dijital futbol kanalının sunucusu olan Heath Pearce ile tanıştım şans eseri. Aynı takımda top oynama fırsatım olmuştu. Maça ısınırken aramızdaki sohbet esnasında, “Sana gerçekleşmeyen Bursaspor transferimi tüm detaylarıyla anlatacağım” diyerek kendi kendine bana röportaj konusunu verdi bile.

2009 yaz transfer sezonunda Heath, Almanya’da oynadığı Hansa Rostock’la sözleşmesi bitince uzun bir süre kulüp aramış. 2010 yılında Dünya Kupası’nda milli takımda yer alabilmek için sürekli forma giyeceği, iyi seviyedeki bir takımla sözleşme yapma niyetindeymiş. Arayış da bekleyiş de son güne kadar sürmüş: “Temsilcim transfer sezonunun kapandığı son gün aradı ve ‘Bursaspor seni istiyor. Kontrat önerdiler. Hannover’e git. Ve bugün İstanbul’a uç’ dedi.” Temsilcisi o gün Londra’da olduğu için onunla gelememiş.

GERGİN BURSA YOLCULUĞU: ‘BABAM VEFAT ETTİ!’

Tek başına çıktığı yolculukta başına gelenleri aslında direkt onun anlattığı biçimde aktarmak en iyisi: “Havaalanında indim, dışarıda bekliyorum; kim olduğunu bilmediğim bir adam adımı seslendi. ‘Evet’ dedim. ‘Benimle gel’ dedi ve arabaya bindim. Yürürken bana seslenenin temsilcimin arkadaşı olan aracı kişi olduğunu anladım. Yarı Rumen, yarı Türk biriydi. Şoför ve aracı kişi de birbirlerini tanımıyordu. Onlar önde, ben arkadayım. Gerginim. Güneş batıyor. 20 dakika yolda gittikten sonra, önden sesler duymaya başladım. Aracı kişi ağlamaya başladı ama salya sümük ağlıyordu. Arkada sessizce oturuyordum. Hiç soru sormadım. Öndekiler birbirleriyle konuştular. Sonra bana döndü ve, ‘Babam vefat etti’ dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. ‘Başın sağ olsun ve yapabileceğim bir şey var mı’ diyebildim.”

AMERİKALIYA TÜRKÇE SÖZLEŞME: ‘SADECE İMZALA!’

Tanımadığı iki kişiyle geçirdiği arabada yolculuğunun sonunda vardıkları Bursa’da tesislerde karşı karşıya kaldığı durum ülkedeki transfer süreçlerine dair iyi bir ipucu veriyor: “İçeri girdiğimde Bursaspor TV oradaydı. Bana kontratı ve kalemi verdiler. Tüm kontrat Türkçe’ydi. Ve kağıdı, kalemi veren de benim temsilcim değildi. ‘Sorun yok. Her şey yolunda. İmzala gitsin’ dediler. Sonra ona baktım, ‘Çıldırdın mı? Burada ne yazdığını bile bilmiyorum’ diye cevap verdim. Ve sonra bana canlı yayında olduğumuzu söyleyip printerdan bir tane beyaz kağıt çıkarıp getirdiler önüme koydular, yayında bir şeyler imzaladığım görünsün diye ‘Sadece imzala’ dediler. Sonra imzaladım.”

VERGİ FARKI SORUNU: ‘HAYIR, VERGİYİ ÖDEMİYORUZ’

Her şey bittikten sonra pazarlığa geçilmiş; ki aslında çoktan pazarlığın bitmiş olması gerektiğinin altını çiziyor Heath. Anlaşmazlığın yaşandığı nokta, vergi konusu olmuş. ABD’li bir futbolcu eğer futbol oynadığı ülkede yüzde 38’den az vergi ödüyorsa, ABD’deki vergi oranı yüzde 38 olduğu için aradaki vergi farkı oranını ödemek zorunda. Heath bu konudaki anlaşmazlık sürecinde yaşanan stresli dakikaları aktarıyor: “Bana vergide yardımcı olacakları konusunda konuşmuştuk. Geldiğimde bu tartışma bitmiş olmalıydı. Biz uzun uzun bunu konuştuk, konuştuk. Her şey stresliydi. Biz ikimiz bir yanda, kulüpten iki kişi diğer yanda konuşuyorlardı. Vergilerden, küçük detaylardan, bonuslardan konuşuyoruz. Her şey iyi gidiyordu. Sonra ‘hayır, vergiyi ödemiyoruz’ dediler. Bunları yapmıyoruz demeye başladılar. 1-2 saat bunları konuştuktan sonra gece saat de baya ilerlemişti.”

‘S***RİM TEMSİLCİNİ!’

“Sonunda kendimi yalnız başıma otururken buldum. Aracı (temsilcimin arkadaşı), masanın diğer yanına geçmişti. 3’e tek kaldım. Aracı bir anda onların adına konuşmaya başlamıştı. Her seferinde, bana bir şey söylediklerinde, asıl temsilcimi arıyordum. Dışarı çıkıp ‘Bak bana bunu söylüyorlar, ne yapmalıyız?’ diye konuşuyorduk. Sonra içeri giriyordum, sonra onlar temsilciyle konuşuyorlardı, uzun bir süreçti. Sonunda saat gece 1-2 falan oldu, bir anlaşmaya vardık. Vergi ödemeyeceklerdi, ama bana verecekleri parayı arttıracaklarını söylediler. Pek bir problem yoktu. Bu sırada odanın diğer yanında altı adam yan yana, diğer tarafta ben, tek başıma. Sanki mahkemede ya da bir jüri karşısında gibiydim. Temsilcimi arayacağımı söyledim. Bu arada, kulüpte direktör olan biri, bunu duyar duymaz, ‘S***rim temsilcini’ dedi. Ardından da o ve üç kişi kalkıp gitti.”

Bunları ağzım açık bir şekilde dinlerken Heath yaşadıklarının şokunu tüm detaylarıyla anlatmaya devam ediyordu: “Temsilcimi arayıp ‘Ben bu işte yokum. Bana böyle saygısızlık yapan, böyle konuşan bir kulüpte nasıl oynayabilirim’ dedim. ‘S***rim temsilcini’, aynen böyle dedi. Sonra temsilcime, ‘Bu kulüpte oynamayı çok isterim. Ama içimde kötü bir his oluştu, beni burada istemediklerini düşünüyorum. Bir kulüpteki kariyerine böyle başlamak istemezsin’ dedim. İçeri girdim, ‘Üzgünüm ben yokum, bu yaşananlar benim için uygun değil’ dedim.”

DUYGUSAL BASKI: ‘BUNU RAHMETLİ BABAM İÇİN YAP!’

Sonrasında aracı ile birlikte dışarı çıkıp baş başa konuşmaya başlamışlar: “Bana, ‘Hadi, imzala şu kontratı’ dedikten sonra ona aynen şöyle dedim: ‘Bir, buraya gelmeden önce anlaştığımız şartlar ortada yok. İki, şimdi anlaşsak bile benimle çöpmüşüm gibi konuşuyorlar, davranışları hiç hoş değil. Böyle olmaması gerekirdi. Genelde bir kulübe gittiğinde seninle yakından ilgilenirler, içecek bir şeye ihtiyacın var mı, her şey yolunda mı diye bir sorarlar. Aileden biri gibi hissetmeni sağlarlar. Yaşadıklarımız böyle değildi, yalnız hissediyorum, seni tanımıyorum, onları tanımıyorum… Doğru hissetmediğim bir şeyler var’ dedim. Sonra bana dönüp dedi ki , ‘Eve elimde para olmadan dönemem. Babam öldü. Bunu benim rahmetli babam için yap!'”

Böyle bir şeyi kendisinin üzerinde baskı unsuru olarak kullanmaya çalışmasından rahatsız olsa da karşısında ilk defa gördüğü aracı kişinin neler yaşadığını anlamaya çalıştığını belirtiyor Pearce: “Ölmüş babamın hatrına imzala kontratı, demesi doğru değildi. Ardından ben kontratı imzalamayacağımı yineledim. Otele gidiyorum dedim. Her ne dersem diyeyim beni dinlemiyordu, sürekli ‘kontratı imzala’ diye yineliyordu. Toplantıya benim yanımda oturarak başlamış sonra diğer tarafa geçmiş biri, bana bu konuda baskı yapıyordu.”

İKİNCİ BİR ŞANS: ‘DURUMU DÜZELTMEK İSTİYORLAR’

Sol bek pozisyonunda oynayan emekli futbolcu, İstanbul’a gitmek için aracı kişiyle sabah 7’de lobide buluşmak üzere sözleşerek oteldeki odasına çekilmiş. Sabah lobiye indiğinde, aracı gecikmiş, taksiyle feribota yetişmişler ancak biletler bitmiş. Akşam 5’teki feribotu beklemeye karar verip otele dönmüşler. Kahvaltı ederken, biri yanına gelmiş Heath’in: “’Heath, seni sağlık kontrolüne götürmeye geldim’ dedi yanıma gelen kişi. Kimse adama sözleşmeyi imzalamadığımı söylememiş. Sonra aracı, gelen kişiye, ‘Pardon sana kimse söylememiş ama sözleşme imzalanmadı’ dedi ve o adam gitti. Kahvaltının ardından odama geçtim. Odamın kapısı çalındı. Kulübün başkanının oğlu İngilizce konuşuyordu. Her şeyi düzeltmek istiyorlardı. Ama artık 1 Eylül olmuştu. Ona dedim ki, ‘Başkana üzgün olduğumu söyler misin? Bana böyle saygısızlık yapılamaz. Bu çok yanlış. Kimse hiçbir şeymişim gibi konuşamaz’. O da, ‘Kontrat burada, çok üzgünler, seni istiyorlar’ dedi. Tekrar konuştuk, ‘hadi kontrat hazır’ dediler, ‘düzeltmek istiyorlar durumu’ dediler ve ben de dedim ki ‘sorun yok hadi gidelim…'”

‘BURSASPOR’DA OYNAYAMAYACAKSIN’

Bursaspor TV yine onları bekliyordu tabii ki ve bu sefer Heath kontratı imzalamıştı. Timsahla fotoğraf çektirmiş, isminin yazdığı formayı giyip atkıyla, bayrakla poz vermiş. Transfer bitmişti artık: “Canlı yayında herkes tebrik ettikten sonra birilerinin gelip beni yemeğe götüreceklerini söylediler. Akşam 8 oldu kimse yok, 9 oldu kimse yok. 10 oldu biri kapımı çaldı. Başkanın oğlu geldi. ‘Seninle görüşmek istiyorlar’ dedi. Bir odaya girdik. Herkes dağınık oturuyordu. Başkanın oğlu çeviriyordu. Özetle dediler ki, ‘Burada bulunmamızın nedeni sana senin Bursaspor’da oynayamayacağını söylemek’. Çünkü, Federasyon kontratı onaylamamıştı. ‘Bu yüzden Bursaspor’da oynayamayacaksın’ dediler. Medyada ne yazdı bilmiyorum o zaman, belki ‘Son dakikada pürüzler çıktı da anlaşamadık’ demiş olabilirler. Ama bana söyledikleri şey, son teslim saatinde belgeleri veremedikleriydi. Bu kadar…”

‘ŞEHİRDE HERKES ELİMİ SIKIYORDU AMA KONTRATI İMZALAMADIĞIMIZI BİLMİYORLARDI’

Heath’in sabah Bursaspor TV‘ye takımın yeni oyuncusu olarak çıkıp akşam sözleşmesinin onaylanmamasının ardından, şehir merkezinde yaşadıkları da bir hayli ilginç: “Başkan’ın oğlu benleydi, yardımcı oluyordu. Büyük meydana gittik, Ramazan ayı olduğunu hatırlıyorum, insanlar dışarıda yemek yeyip çaylarını içiyordu, tavla oynuyorlardı, ki ben de tavlayı çok severim. Meydanda nereye gidersem gideyim, herkes elimi sıkıyor, hoş geldin diyordu. Şehirdekiler yüzümü hemen tanımışlardı. Ama kimse kontratın imzalanmadığını bilmiyordu. Ne yapabilirdim, herkesin elini sıktım, gülümsedim. Ertesi gün uçağa atladım, Almanya’ya gittim. Sonra Dallas ile ve Avrupa’dan birkaç takımla pazarlık halindeydik. Milli takımda oynuyordum hâlâ, o yüzden ABD’ye gittim. Her maçta oynayıp sonraki Dünya Kupası’nda kadroda olmak istiyordum. Temsilcim son olarak ABD’deki bir takımla sözleşme imzalamamı sağladı. Sonra da onunla yolları ayırdık.”

‘EN BÜYÜK PİŞMANLIĞIM…’

Bu kötü tecrübeye rağmen Heath’in ardından, onun jenerasyonundan ABD’li Jozy Altidore, Freddy Adu, Jermaine Jones gibi birkaç futbolcu daha Türkiye’ye transfer oldu. Transfer süreçlerinde herkesin birbiriyle konuştuğunu söylüyor Pearce. Mesela Türkiye’nin oyuncuların paralarını ödemediği konusundaki bilinirliği, tüm futbolcuların bildiği bir şeymiş.

Bir başka ABD’li Jozy Altidore’un Bursaspor’a transferinin arkasında da Heath’in transfer süreci yatıyormuş: “Altidore’un benimle menajeri aynıydı. Ben Altidore’a da bütün her şeyi aynen sana anlattığım gibi detayıyla anlattım. Aynı temsilci ile çalıştığımız için de bu sefer her şeyi doğru düzgün ve daha erken yaptılar. Sonra Altidore, benim takımımla Şampiyonlar Ligi oynadı!”

Bütün bu olanları Türk insanına değili yöneticilere mâl ediyor Heath. Tüm bu yaşananların ardından sinirli değil, ancak kariyerindeki en büyük hayalkırıklığı bu transfer süreci olmuş. Gözlerinin kızarıp dolduğu anda ise ağzından çıkan cümle yürek burkucuydu: “En büyük pişmanlığım transferimin gerçekleşmediği o sene Bursaspor’un şampiyon olmuş olmasıydı. Transferim gerçekleşseydi, kariyerimdeki tek lig şampiyonluğu olacaktı.”

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/08/04/olmus-babamin-hatrina-imzala-kontrati

Kategorisi Dünya Kupası Rusya 2018, Gazete Duvar, Köşe Yazıları0 Yorum

Trans bayrağı Dünya Kupası’nda

Büyük spor etkinlikleri her zaman hak arayan insanların seslerini duyurmaları için önemli alanlar olmuştur. Rusya’daki Dünya Kupası’nda da cinsiyet ayrımcılığına karşı sesini çıkaran biri vardı. Kızıl Meydan’da da , Luzhniki Stadyumu’nda da transların sesini duyurmak için Sophie Cook bayrağını açtı! Bir sonraki hedefi trans birey olarak yaşadıklarını anlattığı kitabı yayınlatmak.

Dünya Kupası’nda bazı cinsiyetçi olaylar yaşandı. Bazı Güney Amerikalı turistler, dilini bilmedikleri ülkede, dillerini bilmeyen Rus Kadınlara normalde ağza alınmayacak sözler söyletti ve videoya kaydetti. Ardından da bu kişiler direkt evlerine gönderildi.

Kadınları küçük düşüren ve cinsiyetçiliği körükleyen bu olayların dışında eşcinsellerin sokaklarda ve stadyumlarda dikkat çekici biçimde görünür olmaları durumunda ne tür problemler yaşayacakları sorusu da cevap arıyordu. Rus taraftarların potansiyelinden ziyade, Rusya’da çocukları koruma niyetiyle çıkarılan yasada açık alanda hemcinslerin birbiriyle yakınlık kurması el ele tutuşması yasaklanmıştı. Ancak altını çizelim, Rusya’da eşcinsellik yasadışı bir şey değil. Moskova’da metrolarda ya da sokaklarda el ele gezen çok sayıda eşcinsel vardı.

YARATICI EYLEM ÖRNEĞI

Ülkede 2012’den itibaren ‘Gay-Pride’ geçitine ve kutlanmasına 100 yıl boyunca yasak konduğunu unutmayalım. Ne kadar FIFA Stadyumlar’da açılmasına dünya kupası boyunca izin vermişse de, sokaklarda gökkuşağı bayrağı açmak da yasak. Bu nedenle Temmuz’un ilk haftasında 6 Güney Amerikalı taraftar gökkuşağı renklerini bir araya getirecek biçimde milli takım formalarını üstlerine geçirip Moskova sokaklarında tur atıp fotoğraf çektirerek, futbol aracılığıyla yaratıcı eylem örneklerinden en güzelini sergilediler.

Benzer bir cesareti İngiltere’nin ilk trans milletvekili adayı ve Premier Lig’deki tek trans kulüp fotoğrafçısı, futbol taraftarı ve LGBTİ aktivisti Sophie Cook idi. İngiltere’nin Hırvatistan’la oynayacağı yarı final maçı için Moskova’ya gelen Sophie Rusya’ya olan gezisi bugüne kadar yaptığı korkutucu şeyler listesindeki ilk sırayı almış: “Trans birey olarak açıldıktan sonra Premier Lig’de çalışmak bundan daha kolay görülebilir. Orada da çok sayıda aşağılamayla karşılaştım. Ama Rusya’da yaşanabilmesi muhtemel şeylerin sonucu hapis cezasıyla sonlanabilirdi.”

‘FOTOĞRAFI ÇEKERKEN ZAMAN DURDU’

Kızıl Meydan’da Trans Birey Bayrağı olarak bilinen mavi pembe beyaz şeritli bayrağı açmanın kendisi için önemini vurgularken yaşadığı endişe anında zamanın durduğunu aktarıyor: “Rusya LGBT Spor Federasyonu’ndan arkadaşım Alexandr Agapov ile Kızıl Meydan’a girerken arandık. Polisin bayrağımı farkedeceğinden bir hayli korktum. Ardından hemen meydana geçtik, bayrağı açtım, pozumu verdim ancak Alexandr fotoğrafı çekene kadar nabzım hızlanmaya başladı o an sanki hiç sonlanmayacakmış gibiydi.“

Daha sonra Hırvatistan – İngiltere maçını izlemek için gittiği stadyumda da benzer bir poz veren Sophie, kendisine birkaç garip bakışın atıldığını ancak destekleyici olanların da olduğunu belirtiyor. Rusya’da geçirdiği kısa süre içinde ayrımcılığa karşı kalkıştığı bu eylemin korkutuculuğunun büyüklüğü kadar gururunu da hissettiğini ifade ediyor. Ayrıca vurguladığı önemli bir farkındalık daha var: “Batı’da olanlar için Dünya’nın bir çok yerindeki LGBTİ dostlarımıza destek olmak için keyfine vararak kullanabildiğimiz ifadeözgürlüğünün onlar için her zaman keyif alabildikleri bir durum olmadığını anlayabilmek önemliydi.”

KİTABINA DESTEK BEKLİYOR

Sophie, hayatına trans olarak devam etme kararını verdiği 2015 yılından bu yana ne tür zorluklar yaşadığını, intihardan nasıl döndüğünü, Premier Lig’deki çalışma sürecini, işçi partisinden milletvekili adayı oluş tecrübesini içeren kitabını bastırabilmek için bir bağış kampanyası başlattı. 5 bin Sterlin hedefine ulaşması için 2000 Sterlin’e daha ihtiyacı var.

5 Sterlin ile 500 Sterlin arasında yapacağını bağışa göre kitabın ana sponsoru da olabilirsiniz ya da imzalı bir kopyasının sahibi. Her şeyden önemlisi de futbolda cinsiyetçilik ile oldukça da sert bir zeminde mücadele eden Sophie’ye destek olmak.

( Bağış sayfası – https://www.indiegogo.com/projects/not-today-how-i-chose-life-books-sports#/ )

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/28/trans-bayragi-dunya-kupasinda

Kategorisi Dünya Kupası Rusya 2018, Gazete Duvar, Köşe Yazıları0 Yorum

Kendi kalesine golü atan Almanlar oldu

Almanya, milli takımlarının iki yıldızının Erdoğan ile fotoğraf çektirmesi sürecini çok kötü yönetti. Nereden tutsalar ellerinde kalıyordu ki en sonunda ellerinde kalan ırkçılık tartışmaları oldu. Öyle görünüyor ki 2010’da Mesut’un önderliğini yaptığı spor ve göçmen entegrasyonu politikası 8 yıl sonra ırkçılık tartışmalarıyla sona erdi.

Dünya Kupası başlamadan hemen önce Mesut Özil ve İlkay Gündoğan’ın, Recep Tayyip Erdoğan ile poz vermesi üzerine Gazete Duvar’a yazdığım yazıda bu işin ele alınış biçimiyle Almanya’nın o günden Dünya Kupası’nı kaybettiği yazmıştım. Tarihe geçen bu tartışma, tarihe geçen bir sonuca neden oldu ve Almanya daha grup aşamasını bile geçemeden kupaya veda etti. Dünya Kupası tarihinde de ilk kez böylesine bir karneyle sınıfta kaldılar.

HİSSEDİLEN IRKÇILIK

O günden bugüne yaşanan olayları ve tüm tartışmaları da ele aldığımızda özgürlük ve ırkçılık konularında da fena halde sınıfta kaldılar. Öncelikle insanlar istedikleri kişilerle görüşmekte özgürdür. Almanya hükümeti temsilcileri Türkiye’ye tank satmak için Türkiye’deki hükümetin temsilcileriyle poz verebiliyorsa, evine davet edip çay içebiliyorsa, Mesut ve İlkay da hükümetin temsilcisi ile tokalaşabilir. Ancak anlaşılan o ki hükümetin temsilcileri ile hükümetteki partinin kurucu lideri ve mevcut cumhurbaşkanı ile görüşmek farklı değerlendirmelere varabiliyormuş. Bu olayın üzerine böylesine gitmenin ırkçılığa kadar varacağını görememek için de kör olmak lazımdı. Alman medyası bu olayı o kadar çok sadece Recep Tayyip Erdoğan nefreti üzerinden değerlendirip yangına körükle gitti ki sonunda Mesut Özil yaptığı açıklamada, hem futbol federasyonu nezdinde hem de medyada kendisine yapılanlardan dolayı hissettiği ırkçı yaklaşım gerekçesiyle Milli Takım’da oynamayacağını belirtti.

SUSMASI GEREKEN SUSMADI, IRKÇILIK HORTLADI

“Özil’in İlkay’la birlikte Mayıs ayında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile çektirdiği fotoğraf hakkında şimdiye kadar konuşmaması büyük hataydı. Hafta sonunda görüşlerini uzun uzun dile getirdi. Demek söyleyecekleri vardı. Neden kendini derhal savunmadı ve Dünya Kupası sona erene kadar ağzından çıt çıkarmadı? Sükût her zaman altın değildir.” cümleleriyle yorumlamış Christine Kamm RheinPfalz Gazetesi’deki yorum köşesinde.

Sükût öylesine değerli bir altındır ki, eğer Alman medyası, Dünya Kupası öncesinde ve sırasında susmayı becerebilseydi böyle olmazdı. Sahanın en iyilerinden olmasına karşın her maçta Mesut’u günah keçisi haline getirmek, işin ırkçılığa varacağını düşünmeden her maçta Türklüğü üzerinden performans değerlendirmesi yapmak en büyük zararı veren yaklaşım oldu Almanya’ya ve bugün Almanya’da ırkçılığın konuşulmasını beraberinde getirdi. Tam da NSU davasının cezalarının tartışıldığı sırada bu konunun gündeme gelmesi çok daha iyi oldu.

ALMANYA’NIN HANGİ DEĞERLERİ?

Mesut basına direkt bir açıklama yapmadı bugüne kadar ama bu konu hakkında bir kere Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier ve bir kere de Reinhard Grindel ile görüştü Dünya Kupası öncesinde. Ve Steinmeier’in yaptığı açıklama dolaylı olarak Mesut’un açıklamasıydı aslında. Kupaya konsantre olmak için sustu. Fakat Alman medyası kupaya değil, Mesut’a ve Erdoğan’a konsantre oldu. Mesut’un bugüne kadar susmasının nedenlerinden biri de bu olayların nereye varacağını görmekti belki de. Neyi kovaladı Alman medyası böyle davranarak anlaması mümkün değil. Lothar Matthäus’un Vladimir Putin ile el sıkışması bu kadar tartışma yaratmadı. Fakat Mesut’un fotoğraf çektirmesinin bu kadar tartışılmasının en büyük gerekçesi ise ülkedeki Erdoğan nefreti. Türkiye’ye dair bir çok şeyi Erdoğan üzerinden okuması. Gerçi Almanya eski Devlet Başkanı Gerhard Schröder’in, Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını kutlamak için Beştepe’ye gitmesi Almanya’nın değerlerine olan zıtlıkla hiç değerlendirilmedi. Schröder’in Mesut kadar Almanya’nın değerlerini temsil etmediği düşünülüyor sanırım.

ALMANYA’NIN ERDOĞAN NEFRETİ

Almanya’nın Recep Tayyip Erdoğan’ı sevmediğini biliyoruz. Bu konudaki duygular zaten karşılıklı. Ancak tek bir fotoğrafı Erdoğan’a olan nefretle ve ortada olmayan bir propaganda hamlesi olarak yorumlamak sonunda Almanya’nın zararına oldu. Eğer Almanya pasaportu olan birini bir gazeteciyi, Deniz Yücel’i, hapiste rehin tutan biriyle bir başka Almanya pasaportlunun yan yana gelmesi gerçekten Almanya’nın değerleriyle örtüşmüyorsa, Almanya’nın tamamını Nazi olarak nitelemekten çekinmeyen biriyle fotoğraf çektirmek tüm ülkeyi rahatsız etmişse, yapılacak tek bir hamle vardı mayıs ayında: Mesut ve İlkay’ı kadroya almayacaktı Almanya ve bu konudaki tavrını ortaya koyacaktı. Bunu da ırkçılıkla değil “despotizm ve insan haklarını ihlal eden bir liderle poz vermek” olarak açıklayabilirdi. Ancak bunu da yapmadı veya yapamadı. Andre Schürrle ve Mario Götze’yi mevcut performanslarından dolayı kadroya almayan Löw, son 2 yıl içinde çok da üst düzey bir performans sergileyemeyen İlkay ve Mesut’u da pek tabii kadroya almayabilir ve bunu da sportif gerekçelerle açıklayabilirdi, aynı Sane’yi almadığı gibi. Bu dirayeti gösteremeyen Almanya Futbol Federasyonu’dur şu anda içinde düşülen durumun sorumlusu. Belki de Mesut’un zaten son 8 yıldır her sene Erdoğan’la görüştüğünü, son olarak da 2017’de yine Erdoğan’la Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu’nda fotoğraf çektirdiğinden haberdar olduğu için, o gün fazla ses etmediği gibi bugün de etmedi. (Gerekli fotoğrafı linkte açılan sayfada aşağı inerek bulabilirsiniz: https://www.ntv.com.tr/galeri/turkiye/bestepede-duzenlenen-29-ekim-resepsiyonundan-fotograflar,b-Cz6rmB9EKymcugdIRb2g/mZRQPGtWl0-oWRzXTXrJSQ#mZRQPGtWl0-oWRzXTXrJSQ )

EURO 2024 TEHLİKEYE GİRER Mİ?

Mesut Özil’in açıklamasında da belirttiği gibi Reinhard Grindel’in 2004’te söyledikleriyle bugün yaptıkları arasında olan bağ, bugünkü sonucun bir nedeni. Açıkça “… birçok futbolcusu 2 ülke kökenine sahip olan bir federasyonun başkanlığı yapmasına izin verilmemeli…” cümleleri ise oldukça cesur. Grindel hakkında esas problem de burada ortaya çıkabilir. Eylül’de gerçekleşecek EURO 2024 ev sahibi aday ülke oylamasında Türkiye ve Almanya iki aday ülke. UEFA bu sefer ev sahibi ülkedeki insan hakları ihlallerine de bakacağını açıklamıştı. Mesut Özil’in Almanya Futbol Federasyonu Başkanı Grindel hakkında yaptığı açıklamalar bir süreliğine Almanları bu konuda endişeye düşürmüş olabilir. Ancak Almanya Futbol Federasyonu’nun çok kültürlülüğe vurgu yaparak yayınladığı son açıklamayla bu yakıştırmalardan sıyrılmaya çalıştığı ortada. Açıklamada, Türkiye’deki basın özgürlüğü ve insan hakları ihlalleri gibi konulara değinmeleri bu yüzden. Fakat yine oy kaybettikleri aşikâr ancak önümüzdeki eylül ayındaki seçimi ne kadar etkiler göreceğiz.

ERDOĞAN OTURDUĞU YERDEN GÜLÜYORDUR

İlkay Gündoğan ve Mesut Özil, Recep Tayyip Erdoğan’ın Londra’daki fotoğrafı piyasaya çıktığında, bunun bir propaganda fotoğrafı olduğuna sanırım sadece Almanlar inandı. Ve bu yakıştırmadan sonra İlkay’ın yaptığı açıklamaya karşın bunun bir propaganda olduğuna inanmaya da devam ettiler. Hatta hâlâ buna o kadar çok inanıyorlar ki zaten Almanya’da her zaman en çok oyu alan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP iken, son seçimlerde çıkan oy oranlarının yüksekliğini bu fotoğrafa bağlıyorlar. Bir şeyi başarmanın yarısı inanmaktan geçer ya hani. Aslında bir gıdım propaganda içermeyen bu fotoğraf ve buluşma, bu kadar yüksek inancın sonunda büyük bir Erdoğan propagandasına dönüştü. Bu sayede Almanya’da Erdoğan destekçisi de daha fazla artmış oldu. Bu Almanya’nın en büyük başarısı oldu! Erdoğan bir kelime bile etmeden Almanya’yı karıştırdı şu anda. En büyük isteği de buydu ve buna en büyük desteği de Alman medyası verdi. Şu anda Erdoğan, oturduğu yerden, her daim ırkçı olduğunu dile getirmekten çekinmediği Almanya’nın kendi kendine içine düştüğü ırkçılık tartışmalarını gülerek takip ediyordur.

Almanya ve medyası bu fotoğrafı İlkay ve Mesut’un kendi kalesine attığı gol olarak yorumlamıştı. Şu anda bu tartışmanın ırkçılık seviyesine gelmesiyle birlikte Almanya ve medyası umarım kendi kalesine attığı golün farkındadır.

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/24/kendi-kalesine-golu-atan-almanlar-oldu

Kategorisi Dünya Kupası Rusya 2018, Gazete Duvar, Köşe Yazıları0 Yorum

Dünya Kupası’nın akılda bıraktıkları

Rusya’da 41 gün boyunca Dünya Kupası’nı yerinde takip etmek farklı bir tecrübeydi. Saha içinden çok saha dışında, sokaklardaydım. Taraftarın ruhunu, hissiyatını anlayarak yaşadığım ve aktarmaya çalıştığım geride bıraktığımız kupanın akılda kalanlarına bir bakalım.

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/21/dunya-kupasinin-akilda-biraktiklari

Kategorisi Dünya Kupası Rusya 2018, Gazete Duvar, Köşe Yazıları0 Yorum

Bir Putin değildim, şemsiye tutanım yoktu

Gün yağmurlu başlamıştı. Moskova’da taraftar alanı tıklım tıklımdı. Maçta beklenmeyen Fransa’nın kazanması değil, Pussy Riot’un sahaya girmesiydi. Fransa’nın yıldızı Kylian Mbappe’nin de eylemcilere ‘bi beşlik’ vermesi cabası. Bir diğer beklenmeyen olay ise kupa seremonisinde yağan yağmurdu. Sözün özü Dünya Kupası finaline futbol kadar dış etkenler de damga vurdu: Pussy Riot, yağmur ve Mbappe. Metroda denk geldiğim kutlamalar Fransa Milli Takımı’nın toplumsal yansımasıydı.

Üçüncülük dördüncülük maçını St. Petersburg’da izledikten sonra gece treniyle finalin oynanacağı Moskova’ya doğru yola çıktım. Günün ve yolun yorgunluğunu trende tam manasıyla üzerimden atamasam da final günü Moskova’da olma heyecanı gerekli adrenalinle yorgunluğu unutturmuştu.

Bu sefer hiç bilmediğim yerindeydim Moskova’nın. Taraftar alanına gidiş daha uzun sürecekti. Bu nedenle maça iki saat kala yola çıkmam gerekliydi. İlk bindiğim trende Fransızlar da aynı yöne doğru yola çıkmıştı. Daha yeni geldikleri için taraftar alanına nasıl gideceklerini göstermemi rica ettiler. Artık en azından Moskova’nın metrosunu kullanırken tecrübeliydim.

Kalabalık, durak değiştikçe artıyordu. Bazı vagonlar metrobüs kalabalığından farksızdı. Her durakta taraftar sayısı da artmaktaydı. Metro koridorlarının ve tünellerinin her yanı tonlarında farklılık gösterse de ortak renklere boyanmıştı: Kırmızı, beyaz ve mavi…

TARAFTAR ALANI KAPALI!

Taraftar alanına giden Vorobyovy Gory, yani Serçe Tepesi olarak da bilinen durakta indim. Ve inmez olaydım. Orman yolundan geçip taraftar alanına gitmeye çalışırken ters yönden gelen insanları gördükçe içimdeki şüphe arttı, çünkü ters yönden gelenlerin sayısı da bir hayli fazlaydı. Güvenlik görevlisiyle konuşarak durum hakkında bilgi almaya çalıştım. “Taraftar alanı kapalı” dedi. Final gününde taraftar alanının kapalı olması gibi bir şey olamazdı ve bunu duymak biraz sinir bozucuydu. Taraftar alanının kapatıldığına inanacak da değildim. Daha önce Rusya-Uruguay mücadelesinde de aynı yerden çıktığımda aynı sözü duymuş daha sonra içeri girebilmiş bir arkadaşımdan bilgi alıp öyle bir durum olmadığını öğrenmiştim. Belki de “Buradan giriş kapalı diğer girişi deneyin” demek istemişti. Dünya Kupası’nın son gününde maçı taraftar alanı dışında izleyecek değildim. Başka bir yol deneyecektim. Üniversite durağına gittim.

Kalabalıkta bir azalma yoktu ama buradaki gönüllüler “Taraftar alanına girmek için lütfen burayı takip edin diyordu.” Bir yandan başka bir görevli başka ve yanlış bir bilgi verirken diğer yandan başka bir bilgi almak daha da sinir bozucuydu. Final için sahaya çıkacak Pogba’dan, Modric’ten daha fazla gergindim bu nedenle. Kupayı güzel bitirmek arzusunun getirdiği bir gerginlikti belki de.

GİRİŞTE KÜÇÜK ÇAPLI İZDİHAM

Ana girişe ulaştığımda, ulusal marşların okunduğunu duyabiliyordum ekrandan. Aklıma neden girişte sırada bekleyen insanlar için de bir ekran kurulmadığı sorusu geldi. Son maçtaki kalabalığın gönlünü eylemek için değil tabii. Sonuçta mütemadiyen kalabalıktı burası. İki aşamalı olarak içeri alım yapılıyordu ve o sırada maç başlamıştı. Sadece ben değil sağımdaki solumdaki her taraftar telefonlarına yöneldi en azından maçın ilk birkaç dakikasını kaçırmamak için. İlk geçiş izninde olmasa da ikinci geçiş izni verildiğinde geçebilmiştim kontrol alanına. Fakat bu geçiş bir hayli zor olmuştu. Jandarmaların kontrolünde kurulan parmaklıklarla oluşturulan ilk bekleme alanının sınırlarını arkadan yapılan fiziki baskıyla devirmek üzere olan kalabalığın içinden nasıl sıyrılıp geçebildiğim biraz muamma. Birinin yere düşüp itenlerin de onun üstüne düşmemesi ise şans. Jandarma parmaklıkları zor ayakta tutmuştu. Bu nedenle jandarma ve arkamda kalan kalabalık arasında bir kavga cereyan ediyordu az kalsın. Yanımda bir anda beliriveren 65 yaşlarındaki Perulu kadına “İyi misiniz, her şey yolunda mı? Şanslısınız bir şey olmadı.” dediğimde “Tanrı’ya şükür iyiyim” deyiverdi derin derin nefes alıp verirken.

Güvenliği geçip taraftar alanına vardığımda kalabalığın hakkını verdim ben de. Fakat kafamdaki soru cevabını bulmamıştı yine. Vorobyovy Gory’den giriş yapıldığında taraftar alanının en arkasından giriş yapıyordunuz ve zaten insanlar maçı görebilmek için ana girişin yakınında olan televizyonların civarında oluyordu. Neden ana giriş açıktı da arka giriş kapalı bilgisi yayılıyordu.

KALABALIK İŞGALCİLİĞE BAŞLADI

Neyse… Maçı izlemeye başladığımda ilk 10 dakika geride kalmıştı. Fransızlar, Hırvatlar’a teslim etmişti bu dakikalarda. Ellerine gelen ilk yan top fırsatında ise Mandzukic topu kendi ağlarına yolladı. Golü tekrarından yakalayabildim, çünkü o sırada o kalabalıkta kendime yer bulmaya çalışıyordum. Perisic’in golü sırasında ise bir Arjantinli’nin yanındaydım. Konumuz Arjantin’di!

Fransa elemişti Arjantin’i. Final maçının hakemi de Arjantinli’ydi. Sohbet edecek çok şeyimiz vardı. Sampaoli’den hiç hazzetmiyordu. Neden bu kadar kötüydü Arjantin sorusunun cevabını Messi’de aramam gerektiğini birkaç kez söyledi. Arjantin’in sahada yeteri kadar mücadele etmemesini de yıldızlardan kurulu bir takım olmasına ve kimsenin sakatlanmak istemediği için yeteri kadar sert futbol oynamadığına bağlıyordu. “Kazandıkları ve kazanacakları paraları düşünüyorlar hep” diye de ekledi. Ancak aynı ekip üç final oynamıştı arka arkaya üç büyük kupada. Bu açıdan bir örtüşmeme vardı. “2016’de hepsi bırakmıştı bence yeni bir takım kurulmalıydı o zaman” dediğimde ise “Exacto” yani “Aynen öyle!” dedi. “Eğer Arjantin’de oynayan oyunculardan bir takım kurulmuş olsaydı bu hallere düşmezdik. Hep Messi’nin arkadaşları oynadı. Yetti artık Messi!” derken Perisic’in elle müdahalesi geldi ekranlara. Arjantinli Nestor Pitana da saha kenarlarındaki ekrana bakmayı tercih etti ve penaltı kararını verdi. Maç için kırılma anıydı ve bence hatalıydı. Video Asistan Hakem konusunda Adem Erkoçak’ın son yazısındaki açıklamaları yeterli olacaktır bu konuda.

PUSSY RIOT FİNALDE BAŞ ROLDE 

İlk yarı sırasında başlayan yağmurda ıslanmıştım ve kalabalıktan dolayı da bulunduğum alanda yeteri kadar rahat değildim; bu yüzden ikinci yarıyı başka bir alanda izlemek için yer aradım. Aslında televizyon kulelerinin ve bazı stantların kurulduğu elektrik bağlantılarının yapıldığı alanlar olduğu için parmaklıklarla girişin kapatıldığı iki yürüyüş yolu arasındaki çimenlik alana çoktan oturmuş maçı izleyen taraftarların arasına katıldım. Esas ‘sahaya girenler onlardı’ diye düşünürken, sanırım tarihte nadir gördüğümüz bir ana tanıklık ettik ve final maçında sahaya bir taraftar girdiği için maç birkaç dakika durdu. Daha sonra sahaya girme eylemini Pussy Riot’ın üstlendiğini öğrendik. Ana gayelerinin, “Uydurulmuş dosyalarla hapse atılanların serbest bırakılması” mesajını tüm dünyaya yaymak olduğunu okuduk. Mbappe’nin sahaya giren eylemciyle ellerini bir araya getirmesi ne zaman gündeme gelecek ve Mbappe bir açıklama yapmak zorunda kalacak?

Bu olayın ardından Pogba durumu 3-1 yaptı bile. Maç koptu kopacak derken Mbappe dördüncü golü attı ve taraftar alanındaki Hırvatistan destekçileri alanı terk etmeye başladı. Mandzukic’in attığı gol Hugo Lloris’e muhtemelen bir altın eldiven ödülüne mal oldu.

Dakikalar 85’i gösterirken havai fişek gösterisi sırasında stadyumun uzaktan fotoğrafını çekmek üzere taraftar alanının arkasındaki tepedeki yerimi almak için dışarı çıktım. Bütün bir kupa boyunca giriş çıkışlarda değişiklik yapmayan organizasyon bu sefer değişiklik yaptığından çıkış için kullandığım sol taraftan tepeye ulaşım jandarma tarafından engellenmişti. Gerçekten son günde sinirleri test eden olaylar yaşıyordum. Neyse ki bir gönüllüye durumu anlattım ve jandarmanın arasından geçerek tepeye ulaşabildim.

Bekleyiş esnasında stadyumun etrafına çöken yağmur bulutları ve akabinde başlayan sert yağmurda (kupa seremonisinde ekranlarda gördüğünüz) elimdeki kamerayla o sis içinden görüntü almak kolay olmayacaktı. Yağmur için önlem olarak giydiğim yağmurluk bile çare olmuyordu. Elimdeki makine de ben de şeker değildik, erimezdik fakat yağmurun duracağı yoktu. Bir süre ne yapacağımı bilmez bir şekilde sanki yararı olacakmış gibi sığınacak bir yer aradım ancak ne ağaç altı, ne yağmurluk, ne da başka bir şey çare etmiyordu. Bir taraftarın etraftaki polis aracına sığınma talebi polis tarafından reddedilmişti. Metroya erişmeye çalışırken kaldırıma kurulmuş portatif tuvaletlere sığınanlar vardı. Normal bir günde içine girilmek istenmeyen plastik ve kokusuna dayanması zor olan 10 metreküplük alan bir anda kurtarıcı oluvermişti. Yollarda herkes üstünü çıkıp tişörtlerinin suyunu sıkıyordu. Ben ise kendimi yağmura ve onun rahatlatıcılığına bıraktım. Islanmıştım bir kere ve tahmin ettiğim, hayal ettiğim gibi bir final günü olmamıştı. Fakat Rusya’daki geçirdiğim her gün de hayal etmediğim ve tahmin etmediğim gibiydi ve güzeldi. Yağmurlu bir günde sonlandırdım Dünya Kupası’nı.

FUTBOL TOPLUMUN AYNASI

Napolyon Savaşları’ndan sonra ilk kez bu kadar Fransız Moskova’daydı. Fakat bu sefer bambaşka bir nedenle. Barış içinde futbolu ve coşkusunu paylaşmak için. Stadyumda oldukları için taraftar alanında az sayıda rastlayabildiğim Fransız taraftarlar, maç çıkışı metroları ‘Allez Les Blues’ tezahüratıyla inletiyordu. Yakalayabildiğim bu fotoğraf ise sahada kupayla verilen pozu düşününce, “Futbol toplumun yansımasıdır“ sözünü bir kez daha kanıtlıyordu. Umarım göçmen konusundaki politikalara da bir yansıması olur.

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/16/bir-putin-degildim-semsiye-tutanim-yoktu

Kategorisi Dünya Kupası Rusya 2018, Gazete Duvar, Köşe Yazıları0 Yorum

Beni eve götürmeyin!

Dünya Kupası’nda turnuvanın en iyi iki takımını stadyumda izleme şansını yakalayınca, stadyum içinde kavga çıkarmaya niyetli İsveçli’nin de yakasına yapıştığım gibi yakasına yapıştım. Hazard’ın golüne değil, maç boyunca Hazard’dan bir gol bekleyen Sergei’in o golü sonunda görmesine daha çok sevindim. Puşkin’in şiirindeki gibi her şey kendi ahengideydi, İngiliz taraftarlar ise eve gitmek istemediklerini maç boyunca haykırdı!

Dünya Kupası’nda karaborsa piyasasına dair bir kaç not aktararak başlamak istiyorum. Birincisi, çok güzel işliyor. İdeali, FIFA’ya geri satmak, sonrasında da FIFA’nın bileti tekrar satmasını beklemek. Hangimiz idealini yaşıyor ki? Tabii ki sosyal medyada kurulmuş olan gruplarda bu alışverişler daha hızlı çözülüyor. Ancak elbette ki, ‘görünmez el’ piyasayı kızıştırıp arttırıyor. Final maçı biletini 4000 dolara satışa çıkaran var. Alan razı ve veren razıysa bu konuda diyecek bir şeyi olan kimse suya yazı yazmayı denese daha iyi olur.

KARABORSA İYİ İŞLİYOR

Sosyal medya gruplarına dahil olma gerekçem aslında, gideceğim şehirle ilgili bilgiler edinmekti. Şanslıysam kendime uzanacak bir yatak bulurum diye düşünmüştüm. Ama olaylar çok farklı gelişti. Sosnovy Bor’dan dönüyordum. Evvelki gece Rusya Hırvatistan’a elenmişti. Yarı finalde olmayacaktı. Biletler piyasaya düşecekti. İngiltere – Kolombiya maçına bilet bulamadığım ve gitmediğim için üzülüyordum. Moskova’da bir maç izleyememek Dünya Kupası hikayemde içimde kalacak şeylerden biri. Diğer yandan da bu güzel hikayenin güzel bir sona ihtiyacı vardı. Final maçının biletine 4000 dolar verecek değildim. O yüzden üçüncülük , dördüncülük maçını kovalamaya karar verdim. Sosyal medya grubuna turnuvanın 63’üncü maçına bilet aradığımı uygun fiyat olursa almak istediğimi yazdığım mesaja cevap geldi Vietnamlı birinden. “450 dolara veririm” dediğinde, “Olmaz 375 verebilirim” dedim ve 400’e anlaştık. FIFA’da biletin fiyatı ise 265 dolardı. Biletin fotoğrafını her türlü problem ihitmaline karşı istedim. Tatmin etti beni. Ancak içimde bir şüphe vardı elbette. Dolandırıcılık çok oluyordu böyle işlemlerde. Telefon numarası alışverişi, Sosyal medyada arkadaşlık teklifleri derken yanımda arkadaşımın da olmasının güveniyle Sosnovy Bor’da ineceğimiz durağa çağırdım Vietnamlı’yı. Tanıştık alışverişi yaptık herkes yoluna devam etti. “O kadar parayı nereden buldun” , “Vaay bak işte gazeteciler iyi kazanıyor” “Hadi yine iyisin zenginsin kardeş” diye içinden geçirenler vardır illa ki. Hayatta hepimizin belli ve kritik dönemlerde öne çıkan bir ‘ana’ sponsoru oluyor sanırım. Şanslıydım bileti bulmakta da, almakta da.

GÖNLÜMÜ ALDIN ZENİT

Zenit futbol takımının stadında oynanacaktı mücadele. Şehrin Kuzey Batısı’nda bir adacıkta yer alıyor stadyum. Her gün kullandığım tren yerine, son günümde şehri bir de otobüsle gezerek görmek iyi fikirdi. Taraftarları stadyuma götüren bedava otobüslerden birine atladım. Her yeni stadyum görüşümde içine girmesem de konumlandırmalarına hayran kalıyorum. Leipzig’in nehir kenarındaki futbol stadyumu konumlandırma olarak beni tavlaşmıştı ilk. Sonrasında, Moskova Nehri kenarındaki konumuyla Luzhniki. Ardından Volga Nehri kenarındaki yeriyle Volgograd Stadyumu. Şimdi ise birinci sıraya Zenit Arena’yı koyuyorum. Sırtını Finlandiya Körfezi’ne vermiş, Baltık Denizi kıyısındaki stadyumun şu anda gördüklerim arasında zirveye çıkmasının diğer nedeni ise burasının sadece stadyumun olduğu bir yer olmaması. Hani diyor ya Türkiye’deki kulüplerin başkanları, “7-24 yaşayacak bir stadyum inşa edeceğiz. Burası sadece futbol stadı değil etrafındaki alanla da yaşayan bir yer olacak…” işte burası öyle bir alan. Ali Sami Yen Spor Kompleksi gibi E5’in yanında rüzgarın ortasında değil. Ya da Olimpiyat Stadyumu gibi gitmek istesen de gidemeyeceğin ama gitmek istersen de Nascar yarışçısı gibi araba kullanarak gidebileceğin bir yer de değil.

STADYUM DEĞİL, SPOR PARKI

Önce yemyeşil ağaçların kocaman bir yeşillik alanın ortasından yürünüyor. Ortadaki devasa fıskiyenin hemen yanında dev oyuncakların bulunduğu bir oyun parkı var. İlerleyince sağ tarafta herhangi bir gün gelerek piknik yapabileceğiniz şehrin stresinden uzaklaşarak dinlenebileceğiniz doğal bir göl var. Stadyuma bu güzellikleri gördükten sonra girebiliyorsunuz. Ki bunlar benim sadece görebildiklerim. Stadyumun biraz daha bir dış çeperinde bir hayvanat bahçesi ve kültür parkının olduğunu da eklemeliyim. Ayrıca başka sporların da yapılabileceği alanlar ve salonlar da mevcut, bisiklet dahil. Zaten bunları gördükten sonra içinizde varsa da bir şiddet, sakince kendini yere bırakıyor. Yeşil ve toprak elektriğinizi alıyor.

Maça girmeden evvel İngilizler’e yanaştım hemen. 3’ü de Leicester taraftarı olan Ralf, Scottie ve Roger ile takımı değerlendirdik. 1990’ı da görmüşlerdi. Şimdi bir başka yarı final daha yaşıyorlardı. Takımı beğenmişlerdi, ellerinden geleni yaptıklarını gördüklerini söylediler. Maça dakikalar kala ortadaki fıskiyeli havuzun orada ayrıldım yanlarından. Herkes çılgınca fotoğraf çektiriyordu. Dünya Kupası’nın son günüydü St. Petersburg için. Güzel bir anıya ihtiyacı vardı herkesin. Ancak maça girmeden önce çantamı da bırakmam lazımdı.

AGNE VARSA BEN YOKUM!

Tahmin ettiğimden uzun bir sıra vardı çanta bırakmak için. Bir yandan da iyi oldu bu sıra. Avustralyalı Jack ile sohbete daldım. Agne Postecoglou’nu boşuna kovduklarını söylediğimde, kabullenmedi. “Eğer o takımın başında olsaydı ben buraya gelmezdim!” dedi, şaşırdım. Agne ona Avustralya Ligi seviyesinde yeterli olabilecek derecede bir çalıştırıcıydı. Dünya Kupası için takıma çok daha önemli biri lazımdı, o da Bert van Marwijk’tı ona göre. Van Marwijk ne kadar Hollanda’yı 2010’da finale taşımış olsa da sonrasında ortalarda görülmemişti. Hollanda’yı başarıya taşırken elinde en iyi jenerasyon vardı, zaten kemik kadrosunu tutan ve biraz değişiklik geçiren takım 2014’teki Dünya Kupası’nda da 3. olmuştu. Suudi Arabistan’ın hocasını alıp Dünya Kupası’na gelmek bence pek akıllıca değildi. Bu eksende ilerleyen sohbet sonrasında çantalarımızı bırakıp ayrı kapılara yöneldik.

Maç başlayalı ne yazık ki 30 saniye olmuştu içeri giriş yapabildiğimde. Merdivenlerden koşarak yolumu ve oturacağım yeri bulduğumda ekrana baktım dakikalar 3’ü gösteriyordu ve Thomas Meunier ben koltuğu bulup oturduktan 20 saniye sonra maçın ilk golünü attı! Euro 2016’da çıkışını yapan ve turnuva boyunca Belçika’nın oyun planının en önemli parçası olan PSG’li turnuvayı güzel bitirecekti.

‘YÜRÜ BE HAZARD’

Dakikalar ilerledikçe daha çok gol görürüz diye düşünüyordum. Arkamda belki 4-5 yaşlarında Sergei adında bir ufaklık vardı. Belçika takımına hayran kaldığı herhalinden belliydi. Önündeki demir parmaklığa yapışarak gözlerini ayırmadan maçı izliyordu. Top kimin ayağına gelse, annesine ve ablasına oyuncunun adını söylüyordu. “Vpered (yürü be) Hazard”

DÜNYA KUPASI’NDA KAVGA İSTEMİYORUZ

2 sıra önümde elinde, herkesin vuvuzela dediği ancak 2010 Dünya Kupası’ndan önce de tribünlerde yer alan üfleyerek ses çıkarılan o plastik kornadan olan 3 tane Rus taraftar vardı. Bir önümdeki sırada biraz sağ tarafımda ise 4 tane İsveçli vardı. İsveçlilerden biri korna sesini duydukça, sesini yükseltip “Sustur şunu” diyerek Ruslara ters bakışlar atıyordu. Gözüm ondaydı. Alkolün etkisiyle böyle davrandığı belli olsa da arkadaşlarının da onu durdurmak için bir hamle yapmaması şaşırtıcıydı. İsveçli Ruslara bağırdıkça, Ruslar da biraz inadına yapıyordu bunu. 63 maç olmuştu Dünya Kupası’nda ve ben böylesine basit bir kavga görmek istemiyordum önümde. İsveçli ayağa kalkıp Ruslara doğru bağırmaya başladığında arkasından ayağa kalkarak omzundan tuttup oturması için ittim ve, “Dünya Kupası neredeyse bitiyor ve sen kavga mı arıyorsun! Herkesin elinde var bu korna var ve yapıyorlar. Sesini ben de sevmiyorum ama senin bu yaptığın daha iğrenç! Otur ve maçın, Dünya Kupası’nın keyfini çıkar!” dedim.

ŞİİRİN İÇİNDEYDİM

Maç boyunca Meksika Dalgası’yla birlikte İzlandalılar’dan bize miras kalan ‘HUH’ ya da Balina Tezahüratı taraftarların en çok başvurduğu ortak eğlence biçimiydi. Hiç konuşmadan, sözleşmeden 64 bin insanın aynı bir şeyi yapabildiği anlar, evvelki gece St. Petersburg’da hayatını kaybedenler için toplu anıt niteliğini taşıyan sönmeyen ateşin etrafına gittiğimizde bir anda yanımıza yaklaşan Albert’in okumaya başladığı Puşkin’in şiirindeki gibiydi: Her şey kendi harmonisinde, her şey harikulade, her şey dünya ve tutkular üzerindeydi…

YÜRÜ BE SERGEİ!

Bir eksik vardı ama! Gol gelmedikçe, oyuncular savunmada top çevirdikçe, tribünlerde tezahüratların yerini yuhlamalar alıyordu. Dünya Kupası bitiyordu ve gol görmek istiyorduk haliyle. Sergei’den Maria’sına, İsveçli’sinden, Kolombiyalı’sına… Gol görmek istiyorduk. Neyse ki imdadımıza Belçika’nın maç boyunca tekrar tekrar gerçekleştirdiği kontraataklardan bir diğerinde Hazard’ın golü yetişti. Sergei sonunda golü attırdı. Ne Hazard’ın golüne, ne de maçta bir gol daha gördüğüme sevindim. En çok Sergei’in maç boyunca istediği o golün atılmış olmasına sevindim. Ufaklığın o gol geldikten sonraki gözlerindeki parıltılardı Dünya Kupası o an için. Hazard belki de farkında olmadan bir çocuğu daha futbola aşık etmişti!

Seremoni sonrasında Belçika takımı tribünleri geziyordu. Dünya Kupası bitiyordu. Kulaklarımda yankılanan, dilimden düşmeyen, her halinden işçi kültürü akan tezahüratları vardı: “Beni eve götürmeyin, lütfen beni eve götürmeyin. İşe gitmek istemiyorum! Burada kalmak istiyorum. Tüm biranızı içmek istiyorum! Lütfen ama lütfen beni eve götürmeyin!”

Not: İngilizlerin tezahüratı Billy Ray Cyrus’ın Achy Breaky Heart şarkısından esinlenilerek bestelenmiş. Kaynak: https://www.bbc.com/news/uk-england-44711734 – Şarkının orjinali:

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/15/beni-eve-goturmeyin

Kategorisi Dünya Kupası Rusya 2018, Gazete Duvar, Köşe Yazıları0 Yorum

‘Altın Jenerasyon’ altın bir fırsatı kaçırmış olabilir

Belçika’nın Dünya Kupası serüvenini Belçikalı gazeteci Marc Vermeiren’le konuştuk. Vermeiren, altın jenerasyonun altın bir fırsatı kaçırdığını söylerken, “Eğer Portekiz EURO 2016’yı kazanabiliyorsa, Hırvatistan da Dünya Kupası’nda finale kalabiliyorsa, biz de EURO 2020’yi kazanabiliriz,” diye de geleceğe dair umutlu bakıyor.

Dünya Kupası’nda herkesin zihninde önemli bir iz bırakan ve şampiyon olması halinde kimsenin şaşırmayacağı Belçika, Brezilya’yı elemesine karşın Fransa duvarına çarptı ve finale kalamadı. Belçika’nın performansını, Het Nieuwsblad Gazetesi spor muhabiri Antwerpli Marc Vermeiren değerlendirdi. Vermeiren, Belçikalıların aklında tek bir soru olduğunu iletti: Adnan Januzaj İngiltere’ye ya o golü atmasaydı?

Ben de aklımdaki soruları Vermeiren’e sordum:

Turnuva öncesindeki beklentilerin nasıldı? Belçika’nın performansı beklentilerini karşıladı mı?

Turnuva öncesindeki beklentilerimi aştılar. Çok sayıda gol attılar. Çok taze bir takım vardı, çok hücumcu, aklı fikri atak yapmakta olan bir takım gördü. Bu Belçika için bir kırılma, eskiden daha savunmacı, negatif bir takımdı. Özellikle bu turnuvada spektaküler bir futbol sergilediler. En çok golü atan takım oldular bu da yeterince şeyi söylüyor.

Fransa’ya karşı yanlış giden şey neydi?

Fransa’ya karşı yanlış giden şey, sanırım bazı ana futbolcular seviyelerinin altında performans sergiledir. De Bruyne daha iyi oynayabilirdi, bence normal seviyesine çıkamadı. Lukaku da ortalıklarda görünmedi. Ama tabii ki yeterince de destek göremedi. İyi paslar alamadı. Brezilya’ya karşı alan bulunduğunda hızıyla, gücüyle nasıl durdurulamaz olduğunu gördük. İkincisi, maçların genelde neredeyse yüzde 90’ında, biraz şansın da yardımı lazım. Fransa’ya karşı şans yanımızda değildi. Japonya ve Brezilya maçlarıyla kıyaslarsak özellikle. Belçika iyi oynadı ama şansın da yardımı vardı. Özellikle Japonya’ya karşı, Vertonghen’in vuruşunun kaleye girmesi büyük şanstı aslında. Sonra maçı çevirdik. Brezilya maçında öncesinde bir topları direkten döndü, sonra kendi kalelerine gol attılar. 20’ye yakın falan şut attılar kaleye, biz 8-9 tane atmışızdır. Bence her futbol maçında şans büyük rol oynuyor. Ve Fransa karşısında ufacık bir şansımız bile olmadı diğer maçlardaki gibi. Son olarak, Fransa özellikle ilk golden sonra süper defansif oynadı. Bu bir taktiksel seçimden çok ilk golü atmalarındandı.

Belçika’yı son 4’te görmemizi sağlayan ne oldu?

Altın jenerasyonun ne zaman bir şeyler yapacağı çok konuşuluyordu. Ama ilk defa Fransa’nın ve Hollanda’nın 20 yıl gerisindeydik. Yetenekli oyuncularımız vardı, egzotik köklerimiz vardı. Yani ulusal takımda annesi Belçikalı, babası Afrikalı Moussa Dembele gibi oyunculardan bahsediyorum, karışık kökleri olan oyuncular, Vincent Kompany de öyle mesela. Genç jenerasyonlarda da iyi performanslar sergileyen takımlarımız vardı. Ama yine şans öne çıkıyor. Kimin öne çıkacağını, iyi oynayacağını tam bilemiyorsun, Hazard mesela. Şu anda milli takımda oynayan oyuncuların çoğu erken yaşta Belçika’dan ayrıldı. Diğer takımlarla aradaki farkı yaratan şeylerden biri bu oldu. Vertonghen, Alderweireld, Vermaelen Hollanda’ya gitti. Hazard, Fransa’ya gitti. Dembele de erken gitti. Diğer ülkelerdeki daha iyi koşullarda futbollarını geliştirdiler.

Roberto Martinez’in etkisini nasıl değerlendirirsin?

Yabancı bir teknik direktör olan Roberto Martinez’in katkısı hakkında konuşmak zor. Yabancı bir koç olarak, dil farklılığının yarattığı problemler olabiliyor. Ama üzerinde çok baskı hissetmiyorsun, Basınla kavgaya girmek zorunda olmuyorsun. Belçika’nın daha önceki diğer bütün koçları medyayla bu problemleri yaşadı. Martinez’in böyle bir sorunu olmadı, Fransızca ya da Felemenkçe gazeteleri okumuyordur. Belki ona söyleyen birileri vardı. Ama etkisini nasıl ölçebilirsin Martinez’in. Komik, çünkü turnuvadan önce ilk 3-4 maçta gazeteciler arasında Martinez’in taktiksel açıdan yeterli olmadığını söyleyenler vardı. Ama Brezilya maçından sonra ilk 13 dakikadan sonra taktik deha oluverdi.

Thierry Henry takıma nasıl etki etti sence?

Bu da zor bir soru. Karakteri ve oyunculuk günlerindeki tarzıyla çok büyük etkisi olması beklenirdi elbette. Takıma saha içi katkısı hakkında bir şey diyemeyeceğim.

Sence takımda parlayan oyuncular, öne çıkanlar kimdi?

Hazard tabii ki. Fellaini ve Courtois tabii ki. Fellaini, çok tartışılan bir oyuncu Belçika futbolunda. Diğer futbolcular gibi teknik açıdan harika değil. Ama güç ve kararlılık katıyor takıma. Hava toplarında en iyilerinden biri de o, uluslararası alanda da öyle. Japonya maçında oyunu değiştiren kişiydi. Brezilya karşısında da iyiydi. Fiziksel olarak herkesle eşleşip marke edebilecek biri. Pogba’dan korkmuyor mesela. Courtois, Brezilya karşısında yaptığı kurtarışlarla parladı.

Altın jenerasyon beklentileri karşıladı mı? Yetenekler gelecek mi daha Belçika’dan?

Altın jenerasyon, evet beklentileri karşıladı. Ve tabii ki biraz da şansla. Brezilya’yı yeniyorsan biraz şansa da ihtiyacın var. Ama hâlâ aklımızda bazı şüpheler var; Januzaj İngiltere’ye o golü atmasaydı nasıl bir turnuva çıkarırdık. Brezilya ve Fransa ile eşleşmeyeceğimiz yoldan finale kalabilir miydik?

Bu belki biraz bizim için kaçırılmış fırsat olarak konuşulacak yıllar sonra da. Altın Jenerasyon, altın bir fırsatı kaçırmış olabilir.

İnsanlar 2-4 yıl sonra oynayacağımız turnuvalarda bu kadar iyi olup olamayacağımızı düşünüyor. Bunu söylemek için de takımdaki oyuncuların kalıp kalmayacağına bakmak lazım. Bazıları 30’larının üzerinde olacaklar. Birkaç yıl önce 16-18 yaş grubundaki genç yeteneklerin hemen takımda oynaması gerektiğini söyleyenler vardı. Ama bunlar biraz abartılıyordu. Charly Musonda mesela. Büyük bir yetenek olması bekleniyordu. Ama Chelsea’de işler iyi gitmedi. Bunun gibi çok örnek var.

Euro 2020’yi kazanabilir mi Belçika?

Eğer Portekiz EURO 2016’yı kazanabiliyorsa, Hırvatistan da Dünya Kupası’nda finale kalabiliyorsa, biz de EURO 2020’yi kazanabiliriz.

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/14/altin-jenerasyon-altin-bir-firsati-kacirmis-olabilir

Kategorisi Dünya Kupası Rusya 2018, Gazete Duvar, Köşe Yazıları0 Yorum

5 Gareth da yetmedi İngiltere’ye!

St. Petersburg taraftar alanındaki son maçımı beş Gareth Southgate ile beraber izledim! Maç öncesi oldukça güvenliydi İngilizler. Rusya’yı elemelerinin de etkisiyle taraftar alanında destekçisi az olan Hırvatistan 120 dakikanın sonunda maçın galibiydi. İngilizler için yine olmadı. ‘Futbol’ evine dönmedi ama Hırvatistan belki de Fransa’dan 1998’in rövanşını almak üzere finale yürüdü.

PETERSBURG – St. Petersburg’da sonunda güneşli bir gün! Öğle saatlerine dek eve tıkılmış olmaktan sıkıldığımdan kendimi bir an evvel dışarı attım. Şehir merkezine giderek biraz güneş görmek, parklarda gezmek, Dünya Kupası’nın son günlerinin tadını çıkarmak lazımdı. Hava ‘sıcak’tı diyorsam sadece 22-23 dereceydi. Aslında normal bir sıcaklık ama işte biraz yukarısı Kuzey Kutbu olan bir şehir için bu havalar bulunmaz nimet.

GÜNEŞ VE ‘Ç’EST LA VIE’

Kanallar şehri St. Petersburg’da her köprüden sonra bir adet trafiğe kapalı sokağa rastlamak mümkün. Birçoğunun da otoyolla birleşen yerinde küçük meydancıklar yer alıyor. Gün ortası sıcağında yaş ortalaması 50 üstü olan ve gerçek rock and roll ruhunu zamanında tecrübe etmiş ve yaşamış üçlü önce bir Elvis Presley çaldı, ardından Pulp Fiction’da John Travolta ve Uma Thurman’ın hafızalardan çıkmayan danslarını gerçekleştirdiği şarkı Ç’est la Vie’ye başladılar. Etrafımda ortaya atlayıp dans etmemek için kendini zor tutanların sayısı artıyordu. Onlardan biri olduğumu itiraf etmeliyim.

EKRANLARDA CENK TOSUN

Belki de şehrin çoğu dışarıdaydı. Ağırlıklı olarak Fransızlar vardı şehirde. Belçika galibiyetini St. Petersburg’da elde eden Fransızlar şehirde turistik gezilerini yapıyorlardı. El mecbur bir kafeye geçip bir süre maç öncesi hazırlık yapmak gerekliydi. Girdiğim kafede yan masada bir grup Türk vardı. Kahve molalarını bitirip yollarına devam ettiler. Kafedeki televizyonda bir an Cenk Tosun’u gördüm. Akşamki maç öncesinde Hırvatistan’ın Dünya Kupası’na nasıl geldiğinin hikayesini anlatıyor olmalılardı. Ante Cacic’i ve Türkiye’yi göstermelerinin başka bir nedeni olabilir miydi ki?

‘YELEKLİLER’ MAÇA HAZIRDI! 

Maç öncesi hangi esnaf fırsatçı, hangi dükkan kazıkçı, hangi dükkan insaflı gezimi tamamlayıp şehri terk edeceğim cumartesi günü öncesinde neyi nereden alacağıma karar vermek için küçük turumu da tamamladıktan sonra taraftar alanına doğru yöneldim. Üzerime İngiltere formamı geçirip sıraya girmeden önce önümdeki kaldırımdan aynı giyimli İngiltere bayraklı beş taraftar geçti. Hepsi de aynı maskeden almıştı. Tek tip Gareth Southgate maskeleriyle birlikte hepsi de Southgate gibi giyinmişti. Dün Patrick ile yaptığım röportajın ardından yelek satışlarının arttığını gözümle görüp inanmıştım. Londra’lı beş arkadaştan biri St. Petersburg’da yaşıyordu. Diğerleri Londralı olmalarına karşın Liverpool’u tutuyormuş. Maçlar için tabii ki Rusya’dalardı.

Taraftar alanına girerken bir problem yaşamadım. Sadece Moskova’dakinde giriş çıkış sırasında daha fazla detaylı arama ve içeri sokulacak eşyalara daha fazla dikkat edildiğini bir kez daha fark ettim. İki farklı telefonumu da, ekstra pillerimi de kontrol ediyorlardı çantamı açtırıp ancak St. Petersburg daha rahattı bu konuda.

İçeride yine Brezilyalılar çoğunluktaydı. Hırvatların sayısı ve destekçisi az, İngiltere destekçisi ise daha fazlaydı. Son birkaç günde yüz boyamadan sonra spreyle saç boyamak da moda olmuştu alanda. Bedava olması da etkili olmalıydı ki tuvalet sırasından daha uzun bir sıra vardı saç boyatma sırasında. Bu sefer ana ekrandan değil arkadaki iki ekrandan takip etmeye karar verdim maçın ilk yarısını. Maç başlamadan içime bir hüzün çöktü. Taraftar alanında maç izlediğim son günümdü St. Petersburg’da. Dünya Kupası bitiyordu. Kutlamaya karar verip kendime içecek ısmarladım. Sırada, arkamdaki Brezilyalı ‘amca’lar tipik bir Brezilyalı olarak çekinmeden stanttaki satışa hazır patlamış mısırların tadına bakıyorlardı.

BECKHAM’DAN BERİ GÖRMEMİŞTİK

Maç başlar başlamaz Modric’in çok tehlikeli yerde yaptığı faulle kazanılan serbest vuruş bende bir heyecan yaratmadı değil. Jordan Henderson da, Ashey Young da, Harry Kane de iyi şutlar çıkarabilirdi o bölgeden. Ancak sağ kanatta turnuva boyunca harikalar yaratan Kevin Trippier’in muhteşem serbest vuruşu maçın başında nefis bir heyecan getirdi alana ve 90 dakikaya. Beckham’dan beridir böylesine harika bir gol görmemiştik İngiltere’den. Gelecek için de umut vericiydi bu.

Daha sonra maçı izlemek ve izleyenleri izlemek için büyük ekranın en önüne geçtim ve insanları izlemeye başladım. Alandakilerin çoğu İngiltere taraftarıydı. Bu, verilen reaksiyonlardan anlaşılıyordu. Domagoj Vida’nın Ukrayna hakkında yaptığı açıklamayla birlikte, Rusya’yı elemiş olmaları bunda etkendi. Devre biterken maç öncesinde karşılaştığım beş Southgate’in maç izledikleri yeri tespit edip ikinci devreyi izlemek için yanlarına gittim.

İNGİLİZLER SONUNDA ÇAKIR’A KÜFRÜ BASTI

İkinci devre sırasında maç hakkında yazıştığım arkadaşımla iddiaya girmiştik. Bence İngiltere 2-0 kazanacaktı. O ise, “Böyle devam ederse Pickford cezalandırılır“ diyerek maçın uzatmalarda 2-1 biteceğini ama İngiltere’nin yine de kazanacağını yazmıştı. İkimiz de İngiltere’den yanaydık. Ve o haklı çıkmıştı. Hırvatistan’da uzun zamandır oyununu hayranlıkla izlediğim Ivan Perisic sahneye çıkmış ve golü atmıştı. Yanımdaki İngilizler’in yüzü düşmüş ve Cüneyt Çakır’ın verdiği bu gol kararından memnun kalmamışlardı. Düşündüğünüzde o ayak başka bir pozisyonda o kadar kalksa tehlikeli hareket olarak değerlendirilebilirdi. Daha sonraki pozisyonlarda da Cüneyt Çakır’ın ve yan hakemlerin kararlarından memnun kalmamışlardı. En sonunda dayanamayıp Çakır’a küfrü bastılar, ama ben bunu burada yazmayayım en iyisi.

Perisic’in golden sonra bir de topunun direkten dönmesi iyice umutsuzluğa sürüklemişti İngilizleri. 10 yaşlarındaki bir taraftar babasının omuzlarında İngiltere için amigoluk yaparak herkesi canlandırmaya çalışıyordu ancak çare olmadı. Maç uzatmalara gittiğinde beş Gareth’ten üçü maskeleri takıp “Evet beyler hadi maçı çevirmemiz lazım canlanın“ diyorlardı birbirlerine. Hırvatistan yine topun oyunun hakimiydi ikinci yarıda olduğu gibi. Enerjileri tükenmiyordu. Üçüncü 120 dakikalarıydı bu. Mandzukic, Pickford ile girdiği pozisyonda sakatlanmıştı ilk uzatma devresinde. Ancak ikinci uzatma devresinde iki stoperin arasında kendini unutturup golü attığında gücü kuvveti yerinde görünüyordu. Golden sonra Gareth’lardan birinin “Şimdi yine kendini yere atmaya başlayacak…” demesinin üzerinden birkaç dakika geçti ki ikinci kez yerdeydi Mandzukic ve yerini Corluka’ya bıraktı.

DALIC’İN BÜYÜK BAŞARISI

Cüneyt Çakır, İngiltere lehine çaldığı son serbest vuruşun da kullanılmasına izin verdikten sonra skor değişmedi ve finale çıkan takımın Hırvatistan olduğunu ilan etti. Taraftar alanındaki az sayıda Hırvat ve Hırvatistan destekçileri için coşku vaktiydi. Türkiye’ye 1-0 yenildikten sonra takımın başına geçen Zlatko Dalic, play-off’u geçerek Dünya Kupası’na getirdiği takımını finale taşımayı başarıyordu böylece. İngilizler, “It’s coming home“ demişti ama eve gelen şey kupa olmuyordu ne yazık ki. Ancak Dünya Kupası’nda en son yedi maçın yedisini de oynadıkları zaman yıl 1990’dı. Üzülecek bir şey de yoktu İngilizler için. Hayat devam ediyor… Ç’est la vie…

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/12/5-gareth-da-yetmedi-ingiltereye

Kategorisi Dünya Kupası Rusya 2018, Gazete Duvar, Köşe Yazıları0 Yorum

‘Aller à la finale’*

St. Petersburg’daki yarı final mücadelesinde Fransa, St. Petersburg’da kendisini ev sahibi gibi hissettiğinden mücadelenin çoğunda kendi sahasında kabul ettiği rakibi Belçika’yı Samuel Umtiti’nin attığı golle 1-0 eleyerek finale çıktı. Taraftar alanındaki taraftarlar “Aller à la finale“*, “Finale gidiyoruz” tezahüratlarıyla geceyi noktaladı.

Yarı finalin oynanacağı St. Petersburg şehrinde gün oldukça gri başladı. Sabah, tavada kızartılmış tavuk göğsü, peynir, salatalık, yumurtadan oluşan bir Rus kahvaltısının ardından dışarı çıktım. Uzun zamandır güneşe hasretlik çeken şehir yerlilerine göre hava sıcak olarak nitelense de kazaksız dışarı çıkmamak iyi fikirdi.

BURAM BURAM TARİH KOKAN SOKAKLAR

An itibariyle kaldığım yer, St. Petersburg’un, İkinci Dünya Savaşı sırasında kuşatma altında kaldığı bölgenin içinde yer alıyor. Metroya doğru yürürken, evinde kaldığım arkadaşım döneme ait bilgiler verip bir apartman duvarına yapılmış “Yaşam Damarı“ anıtını gösterdi. 1941-1945 yıllarındaki kuşatma döneminde insanlar orada kuyu kazarak su kaynağı yaratıp hayatta kalma mücadelelerine devam etmişler. Evvelki gün geldiğim evde televizyonda o döneme ait bir belgesele denk gelip izlemiş olmak anıtın önemi ve bulunduğum bölgenin tarihini daha iyi kavramama yardımcı olmuştu. Caddenin karşısında yer alan iki apartman arasından su kaynağına ulaşım sağlanıyormuş o yıllarda, o yüzden aynı alanda bugün sağlı sollu dikilen iki apartmanın üstünden birine 1941 diğerine 1945 yazılmıştı. Hemen yanındaki metro istasyonunun adı da bu bölgede tarihte gösterilen dirayet ve hayatta kalma mücadelesi nedeniyle olsa gerek ki Cesaret’ti.

KUPADA TURİSTİK GEZİ ZAMANI

Şehrin kuzeyinden, daha önce Dünya Kupası öncesinde röportaj yaptığım Robert Ustian ile Rus İmparatoru, Çar 1. Peter’in kendisi için şehrin güneyinde Finlandiya Körfezi kenarında kurduğu Peterhof Sarayı’nı görmeye gittik. Avrupa kültürünü, Rusya’ya taşıyan Çar olarak da bilinen 1. Petro’nın kendisi için yaptırdığı bu saray Fransa’daki Versailles Sarayı’na benzerliğinden dolayı Rusya’nın Versailles’ı olarak da isimlendiriliyor. Meğer şehirdeki bütün taraftarlar da buradaymış. Dünya Kupası’ndan elenmiş olmalarına karşın Meksikalılar, Brezilyalılar, Perulular hâlâ St. Petersburg’daydı ve günü bizim gibi turistik gezilerle geçiriyordu.

‘ŞAMPİYON EVİNE DÖNDÜ SİZ NE YAPIYORSUNUZ?’

Brezilyalılara rastladım. Her maçtan sonra şampiyon gibi sevinen, her maçta “Şampiyon dönüyor” , “5 yıldızlı tek şampiyon” şarkılarıyla alanları sokakları inleten taraftarlarla biraz alay etmek istedim. Maksat eğlenmek olsundu. “Şampiyon dönüyor dediniz, şampiyon eve döndü siz napıyorsunuz burada” diyerek söze girince, “Portekizce nereden biliyorsun?”la devam etti sohbetimiz. “E sen de Türkiye’den geliyorsun ne işin var?” sorusuyla kontra atağa çıktılar ama meslek icabı burada olduğumu ilettim. “Cumartesi günü üçüncülük, dördüncülük maçında biletim var kaybedenlerin maçını seviyorum. Brezilya’yı da bu yüzden seviyorum” diyerek dayak yemeden(!) yanlarından ayrıldım. “Ama bizim 5 yıldızımız var” diyerek yine devam ettiler kendilerini övmeye. Kısıtlı zamanımız olduğundan 64 farklı fıskiye ve çeşmesi olan, 4 bin dönümlük alanı hızlıca turlayarak merkeze döndük. Robert maça, ben taraftar alanına yöneldim.

İKİ TÜRK BİRBİRİNİ BULUNCA

Şehir merkezinden taraftar alanına doğru yürüdükçe taraftar sayısındaki artış doğaldı. Girişe yaklaştıkça o sırada konuşmalarımı duyan Alican geri dönerek selam verdi. Ardından arkadaşı Yusuf’a arkasından seslenmemi ve şaşırtmamı istedi. “Yusuf, Yusuf” dönüp bakınca, “Abi naber ya Volkan ben ilkokuldan hatırlamadın mı?” diyerek Alican’la ortak bir şaka yaptık Yusuf’a. Tabii ki Yusuf’la ilkokuldan bir arkadaşlığımız yoktu. Sonra öğrendim ki onlar da cumartesi günkü üçüncülük dördüncülük maçına bilet alarak Rusya’ye gelmişler.

CRISTIANO RONALDO OLSA

Taraftar alanına girerken yine Brezilyalılar etrafımdaydı. Konuşmalarından Cristiano Ronaldo ve Neymar karşılaşması yaptığını duydum. Emin olmak için, “Ronaldo bizim takımda olsa şampiyon olurduk mu diyorsun” diye sorduğumda, “Neymar sürekli cep telefonunda Instagram’da. Cristiano Ronaldo tamamen maçlarına konsantre olmuş durumda. Bu yüzden kaybettik bence…” diyerek düzeltmesini yaptı.

FRANSA EVİNDE GİBİ

Maç izleme arzusuyla yanıp tutuşan kalabalık çoktan yerini almıştı. Alanda Belçikalılar azdı. Çoğu maça gitmeyi tercih etmişti. St. Petersburg’da işleri yoktu diyebiliriz. Maç öncesi gerginlerdi, fazla konuşmak istemediler maç hakkında. Bir farklı kazanma umutları bakiydi. Fransa taraftarlarının sayısı ise biraz daha fazlaydı. Fransa taraftarlarının çoğunluğunu Fransızca konuşan ülkelerden gelenler, Belçika hariç elbette, ya da Ortadoğulular oluşturuyordu. Bunda Arap sermayesinin Fransa Ligi’ne yaptığı yatırımın etkisi de var gibiydi. Fakat turnuva başından beri iyi, göze hoş gelen, eğlendiren futbola yatırım yapmayan Fransa bu tavrına devam ediyordu. Belçika topu ele geçirmiş ve maçı Fransa alanına yıkmıştı. Belki de Versailles Sarayı’nın bir benzerine sahip olmasından dolayı Fransa kendini bu şehirde ev sahibi gibi hissetmiş ve Belçika’yı kendi alanına buyur etmek istemişti.

İTALYAN FUTBOLU ETKİSİYLE FRANSA FİNALDE 

İlk yarıda Pavard’ın tehlikesi dışında fazla etkin olmadığı görülen Fransa’nın oyunu taraftarları pek memnun etmiyordu. Fakat yine de Belçika’ya göre daha güvenlilerdi. “Yıllarca İtalya Ligi’nde oynamış, Juventus’u da şampiyon yapmış Deschamps savunma işini biliyor. Tek atar atlarız” demişti yanımdaki bir Fransız. İkinci yarının başında da öyle oldu. Kalabalıktaki Fransa taraftarlarının coşkusu bir anda her tarafa yayıldı. Belçika bir türlü tek kanattan atak yapmaktan vazgeçmedi, Fransa Lukaku’yu Pogba’yla durdurmayı ve tabii ki kalesini gole kapamayı başarabildiği için finale adını ilk yazdıran takım oldu. Maç sonunda sayısı 50’yi geçmeyen taraftar “Finale gidiyoruz” tezahüratlarıyla St. Petersburg taraftar alanında galibiyeti kutladı. Ben ise gönlü Belçika’dan yana biri olarak, oynadığı oyunla turnuvaya güzellik ve yenilik katan Belçika’nın elenmesinden dolayı kalbi kırık bir şekilde evin yolunu tuttum.

KENDİNE GEL BREZİLYA

Alanda tüm günler olduğu gibi Brezilyalılar’ın sayısı yine fazlaydı. Fransa kazanmış olmasına karşın yaptıkları tezahüratlarla sesleri daha fazla çıkıyordu. Tezahürat yapan kalabalığa biraz uzaktan katılan Minais Gerais’li Rafael ile sohbete geçtim, “Son dörtte yoksunuz, bu neyin coşkusu?” dediğimde, “Eğleniyoruz işte…” deyiverdi. “Ben size eğlenmiyorum demiyorum ama ortamda eğlenecek ve en iyiymişsiniz gibi davranacak bir şey yok. Geçen seneki turnuvada 7-1 yenildiğinizde Sao Paolo’daydım ve herkes eğleniyordu. Şimdi daha kötüsünüz son 4’e bile kalamadınız. Messi’yle Arjantin’le o kadar dalga geçtiniz ki ahları tuttu size…” diyerek yanından ayrıldım. Neden Brezilya’ya böyle bir refleksim gelişti bilmiyorum. Her türlü acıya(!) karşı eğlenebilmeyi becermelerine hayranlık duyduğumu belirtmem lazım. Futbol hayatın sonu da değil tabii ki. Elbette Dünya Kupası bir festival ve eğlenmeye devam etmek de lazım ama ülke futbolunun da taraftarının da biraz kendine gelmeye ihtiyacı var bence. Çünkü bugüne bakınca Brezilya futbolundaki ‘progresso’ Neymar’a bağlı kalmış ve durmuş durumda.

*Finale gidiyoruz

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/11/aller-a-la-finale

Kategorisi Dünya Kupası Rusya 2018, Gazete Duvar, Köşe Yazıları0 Yorum

Patrick Keddie: ‘Southgate yüzünden yelek satışları arttı!’

Southgate, önceki koçlara göre çok daha fazla düşünen ve aklı öne çıkaran biri. Bence onun detaylı çalışması, sakin tavrı takıma da yavaş yavaş yansıdı. Tecrübelerini çok iyi aktardı, özellikle takımı penaltı atışlarına nasıl hazırladığını gördük. Penaltı atışlarından kazanılan o zafer, İngiltere için Dünya Kupaları’nda bir ilkti…

DUVAR – Dünya Kupası’ndan önce genç ve yetenekli kadrosuyla beklenti yaratan ancak geçmişteki hüsranları yüzünden fazla bel bağlanamayan İngiltere 1990’dan sonra finale ilk defa bu kadar yakın. Uzun zamandır Türkiye’de yaşayan the Guardian, the Huffington Post gibi önemli medya kuruluşları için serbest muhabirlik yapan ve “The Passion” isminde Türkiye futbolu hakkında bir kitabı da olan Patrick Keddie, İngiltere Milli Takımı’nın performansını ve geleceğini değerlendirdi. Analizlerinde önemli detaylar dikkat çekiyor.

Turnuvadan önce İngiltere takımından beklentin neydi? İngiltere’nin şu andaki başarısı beklentilerini karşıladı mı?

Geçmişte beklentilerim daha fazlaydı, daha çok heyecanla beklerdik turnuvaları, takımın sonuna kadar gideceğine inancım da daha fazla olurdu ancak can acıtıcı bir şekilde hayal kırıklığı yaşardık. Bu sefer beklentilerim yeteri kadar düşüktü, gruptan çıkar ve son 16’da elenirdik diye düşünüyordum. En iyi yapabileceğimiz bu olurdu çünkü genç, tecrübesiz ve çok azı gerçekten birinci sınıf oyuncular.

Her neyse, turnuvadan önce İngiltere’nin geçmiş turnuvalara göre daha akıcı, kendinden emin bir hücum futbolu oynayacağımdan emindim. Çünkü şu anda elimizdeki yepyeni takım hızlı oyunculardan kurulu ve etkileyici bir teknik direktöre sahip. Belki final yolu takım için grubu ikinci sırada bitirerek biraz daha kolay oldu ancak yine de güçlü ve küçümsenen rakiplere karşı gayet iyi oynadılar. Bu kadar gol atmalarını ve penaltılarla kazanmalarını ya da İsveç gibi zorlayıcı bir takımı yenmelerini beklemiyordum.

Southgate’in başarısının sırrı nedir?

Daha önce turnuvalarda İngiltere genelde yetenekli ve burnu büyük oyunculardan kurulu ve bir şekilde korkudan yerinde donakalan, gerçek bir oyun planı ve kimliği olmayan bir takımdı. Sahada rahat görünmüyorlardı. Bazı oyuncular meziyetlerinden çok saygınlıklarından dolayı seçiliyorlardı takıma.

Bu İngiltere takımı farklı bir his veriyor. Apaçık bir arkadaşlık var takımda, medyadan gizlileri saklıları yok çok rahat ve mütevazılar. Garet Southgate’in takımı oynatma açısından belli başlı prensipleri var. Takımın dengesi çok iyi, formda ve saygınlıklarına göre değil de sisteme uyan oyuncular seçti, liyakate önem verdi. Her bölgesinin düzgün çalıştığı bir takım izlenimi veriyor.

Southgate, önceki koçlara göre çok daha fazla düşünen ve aklı öne çıkaran biri. Bence onun detaylı çalışması, sakin tavrı takıma da yavaş yavaş yansıdı. Tecrübelerini çok iyi aktardı, özellikle takımı penaltı atışlarına nasıl hazırladığını gördük. Penaltı atışlarından kazanılan o zafer, İngiltere için Dünya Kupaları’nda bir ilkti. İngiltere taraftarları için büyük bir duygusal boşalma ve kırılma anıydı. Eski kötü tecrübelerin yükünü takımın omuzlarından aldı ve bu, Euro 96’da penaltıyı kaçıran Southgate için çok önemli bir günah çıkarmaydı.  Şimdiden ulusal bir kahraman oldu ve bu yüzden yelek satışlarında artış yaşandı!

Duran toplardan bu kadar gol olmasını bekliyor muydun?

Hayır, Video Asistan Hakemin etkisini küçümsemişim. Çok daha fazla penaltı çalındı ve serbest vuruşlarda rakip defans oyuncularının rakiplerini sarıp yakalama oranını azalttığından ceza sahasında belki de daha fazla alan verdi hücum eden takıma. İngiltere’nin duran toplarda organizasyon üzerinde çalıştığı açık bir şekilde belli oluyor. Rakiplerini iyi deliyorlar. Bir çizgi kurup ondan sonra bir anda farklı alanlara yönelerek rakip savunmanın adam adama savunma yapmasını engelliyorlar.

Sence, hangi oyuncu İngiltere adına bu turnuvada parladı ve takımın başarısında en çok etkisi olan oyuncuydu?

Harry Kane tam bir lider ve uğurumuz, İngiltere’nin en iyi oyuncusu ve golleri çok kritikti, özellikle Tunus maçındakiler. Jordan Pickford kendisine dair endişelerin doğru olmadığını ve yeteneğini gösterdi. Birkaç yıl içinde dünya üzerindeki en iyi kalecilerden biri olarak gösterilebilir. Harry Maguire’ı izlemekten büyük keyif aldım. Oyunu kuruşu, topa dokunuşu, hükmedişi, atağa çıkışı ve duran toplardaki başarısı harika. Sterling’in bitiriciliği hiçbir zaman müthiş olmadı ancak rakip savunmaları genişletmekte, açmakta, alan bulmakta çok önemli işler yaptı. Trippier istikrarlı bir oyun gösteriyor sağ kanatta ve yaptığı ortalar inanılmaz. Kyle Walker’ın savunmacı yanı ve pasları Guardiola ile geçirdiği sezonlar sonrasında çok gelişti. Sözün özü tek bir oyuncu sayamıyorum öne çıkan. İngiltere takım olarak gelişme gösterdi ve birçok oyuncu öne çıkıp etkileyici oynadı.

Birkaç yıl önce İngiltere futbolunda başarısızlıkların ardından altyapı sistemi tartışılıyor ve eleştiriliyordu. Şimdi ne değişti de bu kadar çok yeteneğe sahip bir takıma sahipsiniz?

Bu zor bir soru ve basit bir cevabım yok. İngiltere milli takımının birçok oyuncusu genç ve uzun süre zor dönemlerden geçtiler. Sık sık kiralık verildiler, Harry Kane Millwall’da kiralıktı, Jordan Pickford profesyonel liglerde oynamıyordu, Dele Alli MK Dons’taydı vesaire. Bu zorlayıcı tecrübeyi edindikten sonra Tottenham ve Liverpool’da onlara güvenen teknik direktörlerle çalışacak kadar da şanslıydılar.

Ayrıca, Gareth Southgate İngiltere 21 yaş altı takımında bazı başarılar elde etti ve gelecek vaat eden oyunculara şans vermeye niyetli biri, daha önceki hocalara göre.

İngiliz futbolunun en parlak jenerasyonu değil bu takım. Beckham yok, Gerrard yok, Owen yok, Terry yok, Lampard yok… O yıllardan bu yana ne değişti?

‘Altın Jenerasyon’ deniyordu o döneme. Çok önemli hatıralar bıraktılar. David Bechkam’ın Yunanistan’a attığı firikik golü, Michael Owen’ın Arjantin karşısındaki golü, Gerrard’ın Almanya’yı 5-1 yendiğimiz maçtaki golü… Rooney İngiltere Milli Takımı’nın en çok gol atan oyuncusu, bu büyük bir başarı. Ancak teknik direktörlerin hiçbiri takımı birleştirecek bir yöntem bulamadı. Southgate bunlardan çok farklı bir yaklaşıma sahip. Sistemine uyan oyuncuları, kulübünde yüzde 100 fit olanları aldı. Rooney ve Joe Hart’ı almamak gibi zor ama gerekli  kararlar verdi.

Tottenham 50 yıldır lig şampiyonluğu kazanamıyor ama milli takımla Tottenham’ın başarılı yılları arasında bir paralellik görülüyor. Bunu nasıl açıklarsın? Bu bir tesadüf mü? Çok sayıda yerli oyuncu oynatmaları etkili mi?

Tottenham taraftarı olarak bu konuda taraflı olacağım belki ama Tottenham’ın başarılarıyla milli takımın başarıları arasında bir paralellik var. Şu anda Tottenham ağırlık oyunculardan kurulu bir takım var, çünkü yetenekli çok sayıda İngiliz oyuncuya şans veren bir takım. Bu da takıma kulüpteki arkadaşlık ruhunu getirdi ve Kane ile Dele Alli ne kadar Tottenham’daki kadar iyi bir ikili oyun iletişimi kuramamışlarsa da, Tottenham’dakilerin oyun anlayışlarının sahaya yansıdığını görebiliriz. Takımda Liverpool ve Manchester City’li oyuncular da var. Başarılı milli takımlar genelde çoğu aynı takımlarda oynayanlardan kurulu olduklarında başarıya ulaşır. Bence Pochettino, Klopp ve Guardiola da İngiltere Milli Takımı’nın başarısında, milli takımdaki oyunculara kattıkları nedeniyle önemli role sahipler. Milli takımın kontra atak oyunlarındaki hızın yüksekliği, verimli presleri ve topla daha fazla oynamaları bu hocaların oynattığı oyunların yansımaları.

Diğer yandan başka bir parallelik kurarsak, Tottenham, kritik zamanlarda tecrübesizliğine yenik düşer, hangi maç olursa olsun! Umarım bu İngiltere’nin başına gelmez!

Peki futbol(!) eve dönüyor mu? Dönmezse İngiltere Milli Takımı’nın geleceğinde ne görüyorsun?

Bu söylem aslında bir espri olarak başladı ama bir mantraya dönüştü ve şu anda birçok İngiliz taraftarın kupayı kazanacağımıza inancı arttı. Diğer yandan insanlar İngiltere’yi desteklerken er ya da geç kalp kırıklığı yaşayacaklarından emindirler.

İngiltere iyi oynuyor ama açıkçası oyun tarzlarında yetenek, beceri açısından kısıtlı kaldıkları yerler de var. Savunma kırılgan, açık oyunda çok fazla şans yaratamıyorlar, topu çok hızlı ileri taşıyamıyorlar, tam anlamıyla elit bir takım tarafından test edilmediler. Hırvatistan çok kritik bir maç olacak bu yüzden. İngiltere eğer çıkabilirse finalde Fransa’ya karşı favori olmayacak ama bu, futbol ve her şey mümkün. Açıkça bu İngiltere’nin Dünya Kupası’nı kazanması için eline geçen en önemli şans İtalya 90’dan bu yana.

Kazanamazlarsa da, çok keyif veren bir yolculuktu bu ve İngiltere taraftarları, uzun zaman sonra takımlarıyla gurur duyabilirler. Ben hâlâ yarı finale çıktıklarına inanamıyorum, rüya gibi bir durum bu. Şu anda İngiltere zor bir zamandan geçiyor. Brexit kararı nedeniyle politik atışmalar yaşanıyor ve İngilizlik üzerine tartışılan da bir kriz var. Bazı Brexit karşıtları politikalarını İngiltere milli takımı üzerinden Brexit’e bir alternatif olarak gösteriyor, bazı gaza getirilmiş çirkin güçler de bu takımı geçmişe takıntılı olmayan modern İngiltere’nin alternatif yüzü, farklılıklarıyla barışık görüyor. Southgate’in nezaketi ve zekası da bazılarınca, birçok politikacımızın davranış biçimi olan burnu büyüklüğe alternatif olarak kabul görüyor.

Ama politika bir yana, bence bu Dünya Kupası, İngilizlere ihtiyacı olan coşkuyu, onuru sonu gözyaşlarıyla bitecek olsa da yaşattı. Bu turnuva İngiltere için sıçrama tahtası olacak ve bence geleceğimiz de parlak.

https://www.gazeteduvar.com.tr/spor/2018/07/11/prens-harrynin-dunya-kupasi-tahmini-evine-donuyor

Kategorisi Dünya Kupası Rusya 2018, Gazete Duvar, Köşe Yazıları0 Yorum

Takip et // Follow

Açık Radyo – Efektifpas

15 günde bir her pazartesi 19.30'da, 94.9 Açık Radyo'dayız. Duyurularımızı takip etmek için Twitter hesabımızı takip edebilirsiniz...

RadyoEfektifpas

Programlarımızın tüm podcast kayıtları online olarak bulunmasa da dinlemek isteyenler için bir kaç adet program mevcut

‘Salvador’ Guti

Johan Cruyff

Arşivler

Bülent Korkmaz – 3

Tottenham Hotspurs

Nazım Hikmet Ran

HaberVesaire Spor

Video Bug Report

Açılmayan bir video varsa resme tıkla, videonun linkini yolla Teşekkürler...

Facebook Hayran Sayfası

Ekim 2024
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031